Advertisement

Kaçak E Kitap 11. Bölüm - Bulanık Göl

 

Bulanık Göl


“Bir gölge gibiydi” dedim Balıkçı’ya. “Cesedin başında bekliyordu”

Balıkçı pazar yerindeki cenaze işleri esnasında ortalıkta gözükmemişti ta ki bu sabah mutfakta belirene kadar. Yüzümdeki soru işaretleri ile dolu ifadeye karşılık ne olduğunu sormuş ve cevap verme konusunda eskiye nazaran daha ihtiyatlı gözüküyordu. Mutfak masasının dökük ve çizik yüzeyine eğdiği başını anlıyorum dercesine aşağı ve yukarı doğru hareket etti.

“Ölüm” dedi “yalnız ruhları hemen terk etmez, bir süreliğine yanlarında durur, ayrılışı kabul etmelerine izin verir. Sonuçta ölen bedendir, Ruh daimidir bu evrende. O yüzden gideni yolcu etmek için ona zaman tanır” 

Ölüm? Nasıl yani bir kavramdan ziyade gözle görülebilir bir şey miydi? Şekilsiz, bir karartı gibi cisimsiz.

“Ne o? Onun görünüşünden pek memnun değilsin gibi?” Başımı hızla iki yana sallarken durakladım. Ama gerçekten öyleydi. Zihnimin sınırlarında resmettiğim ölüm gaddar görünümlü, elinde kocaman bir orakla gezinen korkutucu bir simaya sahipti. Ölmek kimilerine göre kötü olabilirdi peki ya ölümün kendisi kötü olarak anılmaktan ne kadar memnundu? Hele ki o gördüğüm belli belirsiz şey? 

“Eve kim yerleşecek?” dedim gözlerimi suratına dikerek. Çenesindeki kaslar belli belirsiz sıkılırken “neden bana soruyorsun?” dedi. Sanki rahatsız olmuştu. 

“Burada senden habersiz kuş uçmadığına eminim” derken buldum kendimi.

“Kuş uçmaz evet, yerin üstünü kontrol edebilirim ama altını asla. Ne sandığın kadar güçlüyüm ne de güçsüz. Belli kurallarla yönetildiğimizi ve onlara uymamız gerektiğini unutma Asya. Bu durum ne insanların dünyasında farklı ne de Kayrakan’da.” 

Kayrakan. 

İn’deyken bu kelimeyi birkaç kez duymuştum. Kapıdan içeri girdiğimde bir yerlerden fısıldayan bir ses İn’in merkezinin Kayrakan olduğunu, yaklaşmak için koştuğum o ağacın İn’in merkezine bağlı olduğunu, Kayrakan isminin ondan geldiğini söylemişlerdi. 

“O zaman şu tuhaf güçlerinin ne anlamı var? Bizler gibiyseniz? Bir farkınızın olması gerekmez mi? Eğer bu çürümekte ve çürütmekte olan kurallar ve kuralsızlıklar klişesi sizinde odak noktanızsa mükemmel mağaralarınızın ya da insanüstü güçlerinizin esprisi ne?” 

Balıkçı yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle cevap verdi. “Tüm bu söylediklerini ima edecek kadar şey görmedin Asya, yavaş ol ve hayatta kalmaya çalış, eğer sonuna kadar gidebilirsen tüm bu şeylerin neden olduğunu görebilirsin. Bazı şeyler kelimelerle anlatılamayacak manalara sahip, söylesem de kavrayamacağın onlarca şey, daha önce tatmadığın onlarca duygu var.. hayır hayır” dedi yüz ifadem nasıl bir değişim geçirmişti bilmiyorum ama kısa bir uyarı ile devam etti “bunu insanlığı küçümsemek için söylemedim, sadece insani olan şeylerin kırılgan ve hassas olmasından bahşediyorum. Yani her ne kadar daha fazlasını istesende bu kabuğun bir sınırı var, sınırlara sahipken uçsuz bucaksız bir gökyüzünün keyfini çıkaramazsın”

Felsefenin ne yeri ne de zamanıydı ama bir yanım onunla bu bilmediğim, daha önce düşünmediğim, bu saklı kalmış dünya hakkında tartışmak istiyordu. 

Bir anı bir diğerini tutmuyordu. Tuhaf biri olmasının yanı sıra hem kaba hem mesafeliydi.

Ama şimdi dikkatle bakınca sadece görevini yapan bir memur görüyordum. Bu trajikomik durumun içinde sadece görevini yapıyordu. Görevi her ne olursa.

Ayağa kalkıp aklımdaki düşünceleri rafa kaldırırken “İn’e dönmemiz gerek” dedi. Bu kez itiraz edebileceğim bir şeye sahip değildim. O yüzden ona ayak uydurmak zorundaydım. İn’e gitmek artık benim için daha kolaydı. O keçi patikaları, ince uzun köprüler, üst üste yerleşmiş kovanı anımsatan mağaralar ve dahası… Anlatmakla bitiremeyeceğim onlarca şey vardı. Her gittiğim yeni bir çok şeyi fark ediyor, dehşete düşüyor, hayran kalıyor, aklıma kazıyor ve unutuyordum. Zamanda yolculuk etmek gibiydi ya da daha önce gitmediğiniz bir şehri ziyarete benziyordu. Her köşesinden farklı bir süprizin çıkabileceği büyülü bir şehir. 

Tekrar büyük gri kapıların önüne gelmiştik. Gene aynı yüz bana eşlik etmiş bu kez hiç konuşmamıştı. Sadece önümden çekildi. Geçmem için eliyle davet ederken gözbebeklerindeki koyu çukurlar yüzüme dikilmişti. “Bu kez” diye başladı cümlesine “geri dönmek konusunda ısrarcı olmalısın, son aşamadan bir öncesi her zaman en zoru olur. Nefsine yenik düşmemelisin, istediğin şey ile yapman gereken şeyler farklı olacaktır. Farklı anlayabilecek bir zihin durumunda olman gerekir. O yüzden nefesine odaklan ve seni geri getirecek bir soru sor kendine. Çok düşünme, aklına gelecek ilk soru genelde tutunman gereken bir halat görevi görür” sözleri bittiğinde ne demek istediğini anlamaya çalıştım. Kapının hemen önünde hangi soruya tutunabileceğimi bulmak için duraksamıştım. 

“Şimdi değil” dedi, “yolda bulacaksın”

Başımı sesin geldiği yöne çevirdiğim an kapıdan çoktan girdiğimi anlamıştım. Tüylerim ürperirken derin bir nefes alıp zihnimi kontrol altında tutmak için odaklandım.

Havada yanmış bir şeyin -sanırım kağıt- kokusu vardı. Duvarlar boyu diziliş küçük fenerler yerleştirildikleri kare şeklindeki çukurları -ki birer anıt mezarı andırıyorlardı- aydınlatıyordu. Işıklar belli bir düzende yanıp sönüyordu. Bir an için gözlerim kamaştı. Üşümeye başladım. Islanmıştım. Gözlerimi kırpıştırdığımda bedenim yarı bulanık bir gölün içindeydi. Gökyüzü en az göl yüzeyi kadar bulanık ve cansızdı. 

Kısa süreli bir analiz anında bedeniniz ilk birkaç saniye tepki veremeyebilir, duyularınız ne olup bittiğini anlamak için etrafı koklamalı, görmeli ve dokunmalıdır. Ama ben etrafa değil, etraf bana dokunuyordu. Göl suyu bulanık demiştim bulanıktı çünkü onlarca belki yüzlerce beden üst üste tıpkı taşmakta olan bir havuza sıkıştırılmış gibi debeleniyordu. Korkuyla kaskatı kesilmiştim oysa küfür etmek, çığlık atmak ve bedenleri itelemek geliyordu içimden ama öylece kalakalmıştım. 

Kıyısı birkaç yüz adım ötede belli belirsiz gözüken minik adacağı gitmeliydim, bu gölü, cesetler ve henüz hayatta kalanlar tarafından boğulmadan önce terk etmeliydim. Koşarcasına katettiğim yol çakıl taşları ya da çukurlarla değil el, kol, bacak ve başlarla doluydu. Kilometrelerce koşmuş bir halde kendimi adanın kumlarına attım. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki aldığım nefesler hiçbir işe yaramıyor boğazım yanıyordu. Uzun yapraksız ağaçlarla kaplı kuru kara parçasına yığıldım. Bedenim bir pelte gibi erimişti. Derin derin soluklar aldım kalp atışımı yavaşlarken başımı kaldırıp etrafa biraz daha dikkatle bakabildim. 

Birileri ağaçlar arasında dolanıyor bir görünüp bir kayboluyorlardı. 

Bir kadının saçları neredeyse dizlerindeydi, bir çocuk vardı az ötede ve istemediğim kadar yakına giren yaşlı bir adam. 

Tıpkı zombiler gibi başıboş bir biçimde yürüyorlardı. Gölün dışındakiler, yürümek dışında pekte hayati bir hareket sergilemedikleri için olabildiğince sabit kalmaya çalıştım. 

Neden buradaydım? Burası neresiydi? 

Birisi kısa adımlar atarak suya doğru ilerlemeye başladı bu diğerlerinden farklı bir davranış olduğu için dikkatimi hemen çekmişti. Saçları yürüyüşü bir yerden tanıdık hissettiriyordu. Yüzünün yandan görünüşü? 

“Perçem!” 

Beden bir an duraksadı. Korkuyla ayağa kalktım. Tekrar bağırdım. “Perçem, sen misin?” Burada ne işi vardı? Yoksa oda mı buraya gitirilmek için zorlanmıştı?

Hızlı adımlarla onun yanına giderken hala dikiliyordu. Ne benden tarafa dönmüş ne de göle doğru ilerlemeye devam etmişti. 

Yanına gittiğimde aramızda sadece bir adım kalmıştı sanki görünmez bir el durdurdu beni. 

“Perçem?” Dedim “Burada ne işin var?” 

Hiç bir tepki vermiyordu dayanamayarak elimi omzuna attım ve bana bakması için zorladım. Yüzünün sol tarafı! Korkuyla geri doğru sendeledim. Solgun teni kurumuş kanla kaplıydı. Sağlam kalan sağ gözü durduğum ve bembeyaz kesildiğim noktayı buldu. Elini kaldırıp yüzüne dokundu, parmaklarındaki kanı görünce gözlerini bana dikti. “Söyle bana” dedi ona ait olamayacak kadar kuru ve duygusuz ses. ”Neden burdayım?” ellerini üzerine önemsiz bir şeymiş gibi sürdü ve bana arkasını dönüp gölle buluştu. Ayakları suya değdi başım ise mağara duvarına.

Şiddetli bir mide bulantısı ile öğürdüm. İn’in mağaralarından birinde bir köşeye öylece yığılmıştım. Kafam fırtına öncesi bir sessizlikle kaplıydı. Zemini ve  duvarları kaplayan fenerler birer mezar taşını andırıyordu. Etrafta benimle aynı anı paylaşan insanlar var mı diye bakmaya çalıştım. Beynim ve bedenim bir bütünlük sağlamakta zorlanıyor, görüntüleri takip edemiyordum. 

Ayakta olanlar, dizleri üzerine kapaklananlar, yerde bir çuval gibi hareketsiz yatanlar, benim gibi kendi kaoslarını yaşayanlar…

Mezarları başında dikilen cesetler gibiydik. Bir el görüş hizama girdi. Bana doğru uzanmıştı. Ayağa kalkmam için birisi elini uzatıyordu. 

Bir cevap bulma ihtiyacı ile eli sıkıca tutup “Ne oldu?” dedim. Bir yandan da üstümü kontrol ediyordum. Islak değildim. Gölün buz gibi suyu tenime sanki hiç değmemişti. Beni kapıya getiren yüzdü karşımdaki. Tekrar telaşla sordum. “Ne oldu?” 

“Öldünüz” dedi.

“Fakat İn’İn sınırları içerisinde gerçekleşen bir ölüm sadece yeni bir doğuş içindir. Ayrıca...” dedi hala elinde tuttuğu elimi sıkarak “geri çağrılmışsınız. Yaşayanlar Göl’e ancak çağrılırlarsa girebilir” 

Ne dediğini anlamamakla beraber dediği şeye bir kanca gibi takılıp kaldım. Karşımdaki ucube şey boş gibi gözüken kara göz çukurlarını suratıma sabitlerken konuşmaya devam etti.

“Bir ölümden dönmüş, başka bir ölüme şahit olmuşsunuz. Göl’e giden bedenler kaderleri boyu taşıyacakları bir iz taşırlar. O izi sizde görebiliyorum.” dedi avucumda bir nabız gibi atan parmakları tenimi yakıyordu.

“Bir dakika lütfen.. açık konuşmanıza ihtiyacım var! Orada..orada olmaması gereken birisini gördüm. Bir arkadaşımı, sıradan bir insanı! Nasıl olabilir? Nasıl oraya gidebilir?”

“Ölmüştür”dedi. Kelime ince ince süzüldü kulaklarıma. 

Geriye doğru sendeledim. Avucum avucundan kaydı.

“Göl’de zaman durduğu için oraya gittiğimizde aslında çoktan yaşanmış olan şeylerin sonuçlarını görürüz” 

YÜZÜ.PARAMPARÇA.OLMUŞTU.

Canının ne kadar acıdığını tahmin bile edemiyordum. Nefesim bir bıçak gibi göğsüme saplanmış karşımdaki tanımadığım yüze dehşete düşmüş bir biçimde bakakalmıştım. “Yardım etmemi ister misiniz?” diye sordu, öylesine bir soruydu. Acı çeken birine karşı duyulan tatsız bir acıma duygusu ile seslendirilmişti. 

“Dönmem gerek” dedim. “Göl’e geri dönmeliyim!” Adamın başını ruhsuzca sağa ve sola hareket etti. Onaylamayan bir sesle yineledi. “Göl’e sadece çağrıldığınızda gidebilirsiniz. Kapıdan geçmeniz yeterli değildir”

Nefes. Almak. Çok zordu! 

Hıçkırıklar bir kasırga gibi göğsüme ele geçiriyordu. Kalakalmıştım. Başım dönüyor, zihnim yaşadığı bu şeyin kabus olması için türlü bahaneler uyduruyordu. Belki de tekrardan kabus görüyordum. Belki sadece uyuyakalmıştım. Öyle olmalıydı!

Az önce gördüğüm bir yabancının sözlerine böylece güvenmeli miydim? Ya yanlış biliyorsa? Ya Perçem ölmemişse orada bir yerde birinin kendisine yardım etmesini bekliyorsa ve ben burada işe yaramaz bir biçimde ağlayarak zaman kaybediyorsam? Adam tekrar tekrar bunun mümkün olmadığını yineliyor, kollarımı tutarak sabit kalmama neden oluyordu. Çırpınışlarım ve bağırışlarım mağara duvarında yok oluyordu. Öfkeyle onu ittiğimi anımsıyorum. Madem burada yapacak bir şeyim yoktu, bir an önce gitmeliydim!

Kendime gelmek adına hızla yüzümü sildim, ayaklarım sanki yolu ezbere almışım gibi ben yönlendirmeden harekete geçmişti. Nereye gitmeleri gerektiklerini biliyorlardı. 

Onlarca köprü ve bir o kadar patika geçtim, mağaralardan girip çıkarken her şey bir hız trenine binmişim gibi hissettiriyordu. Olabildiğince hızlı yürüyor hatta koşuyordum. Sonunda çıkışı gördüm. Gümüşi koridora girdiğimde hava dalgalandı, sıcakken asfalt yüzeyine bakmışsınızdır. Kötü bir kokuyla beraber sıcakta dalgalanan hava nefes alıp verirmiş gibi gözükür. Buradan hiç tek başıma geçmeyen ben bunu dert bile etmemiştim. Koridorun nefes alıp verdiğini hissediyordum. İçinden geçen şeyi hissederek genişleyip daraldığını, ona göre şekillendiğini, ama buna şaşıracak vaktim yoktu. Koridorun sonuna koştum. On iki adım sonrasında koridor şeklini yitirdi.

Ağaç gövdelerini gördüm ilk önce. Sonra sertçe itildim ve göğsümün üzerine çimenlere yuvarlandım. Hava kararmış, yağmur bulutları gökyüzünü doldurmuştu. Artık standartlaşan mide ve baş bulantısı ile yerden kalkıp apartopar etrafıma bakındım.  Rum Mezarlığı’ndaydım. Mezarlıklar sol tarafımda kalıyordu. Buradan aşağı devam edersem Perçem’in evine kolayca varabilirdim. Koşarak patikayı geçtim, yaklaşık beş dakikalık bir koşunun ardından uzaktan gelen sesler duyulur bir hal almıştı. 

Dizlerimin bağı çözülür gibi oldu ama devam etmiştim. Tüm bu olanlar sadece bir kabustu gerçek olmayacak bir olay örgüsünde sıkışıp kalmış olmalıydım.

Evin önünde iki elin sayısını geçmeyecek kadar insan birikmişti. Birkaçını pazar yerinden tanıyordum. Diğerlerini mahallede görmüştüm. Herkesin suratına işlenmiş ifade bıkkınlıktı. Aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamanın ve sürekli aynı sonu görmemin verdiği bir bıkkınlık. Öğrenilmiş çaresizlik. Adadakiler ani “ölümlere” alışkındır, ta ki bu kendi başlarına gelene dek. 

Kapıdan geçmek istediğimde durduruldum. Pazardan tanıdığım bir satıcı “Kimse ile konuşmuyor” dedi, “cenazeden sonra herkesi evden kovdu”

“Cenaze mi?” Bir dakika cenaze merasimi çoktan olup bitmiş miydi? Ben kaç gündür o lanet olası yerdeydim? “Ayın kaçı bugün?” dedim dehşet içinde. Satıcı, kısa bir şaşkınlık ardından “sekizi” dedi. Sekiz Eylül. Tam 4 gün! Sen ne halt ediyordun Asya! 

Çevredeki insanlar kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. Nasıl olduğunu, ne olduğunu anlatmaktan kaçınırcasına eve gitmemi söyleyen bile olmuştu. 

Satıcıyı iterek içeri girdim ve Perçem’in annesini eski püskü koltuklardan birinin üzerinde öylece oturuyordu. Bakışları yerdeki bir noktaya sabitlenmişti. Ona doğru sesizce yaklaşmak istedim ama ayağımın altındaki parke beklenmedik bir şekilde gıcırdadı. Sese karşılık vermedi, öylece o noktaya bakmaya devam ediyordu. Gözleri buharlaşmış bir ayna yüzeyini andırıyordu, içinde her ne varsa görebilmek için silmeniz gerekirdi. Ama buna cesaret edemeyecek kadar çok korkuyordum. 

“Bisikleti al” dedi. Sesi tüylerimi diken diken edecek bir donukluktaydı. Tekrar etti “Bisikleti al” 

Sonra yavaşça koltuğa uzandı. Elleri arasına aldığı yastığa yaslanıp gözlerini sıkı sıkıya yumdu. Öylece kalakaldım orada. Acısın hafifletmek istiyordum ama nasıl yapılır bilmiyordum. Sarılmak için aramızda dağlar vardı. Konuşmak için geç kalmıştım. Yardım etmek geç kalmıştım! Neler olduğunu bile bilmiyordum!

Yüzümden benden habersiz akan yaşlarla dışarı çıktım. Bisiklet kapının hemen önündeydi, yere yan yatırılmış önünde kırmızı bir sepeti vardı. Boyaları dökülmüş, tekerleklerinin havası yarı yarıya inmişti. Bisikleti alıp geldiğim yolu gerisin gerisi yürümeye başladım. Önüme bir taş çıktı, takıldım, düştüm. Dizimin kanadığını gördüm. Kanın görüntüsü Perçem’in görüntüsü ile birleşti. Orada yerde kasılıp kalmış hıçkırıklar içerisinde ne yapacağımı bilemez bir biçimde ağlıyordum. Elimden gelen tek şey buymuşçasına en iyisini yapmak istercesine ciğerlerim patlarcasına ağlıyordum. 

Perçem’i kim, neden öldürmek isterdi? 

Kimseye zararı dokunmazdı, sessiz sakin, kendi halinde birisiydi. Adadaki diğer sakinler gibi… 

“Demek sonunda döndün” dedi bir erkeğe ait duygusuz ses. Gözyaşlarımı silmeye çalışırken kim olduğunu biliyordum zaten. Balıkçı düştüğüm yerden bir iki metre ötede bir taşın üzerine oturmuş umursamaz gözlerle izliyordu beni. 

“Perçem..beni Perçem çağırdı. Göl’e çağırdı” Balıkçı’nın umursamaz bir biçimde yüzüme bakarken hıçkırıklar arasında “Ne oldu ona?” dedim. 

Omuz silkti. “Bilmem, sadece kaybolduğunu duydum”

Kulağa inandırıcı gelmekten o kadar uzaktı ki! “Bu söylediğin şeye kendin inanıyor musun!” dedim öfkeyle. 

“Hayatını kurtarmış birisine biraz daha nazik ol Asya. Ayrıca istediğin şeye inanmakta özgürsün” yavaşça kalktı ve beni orada bırakarak yokuş yoldan devam etti. 

Ne olup bittiğini biliyor olmalıydı fakat söylemiyordu? Niçin? 

Ayağa kalktım, bisikletle beraber onu takip etmesi zordu ama bu şansı kaybetmek istemiyordum. Nefes nefese onu yolda yakalarken ortadan kaybolmamasını umarak “Ne kadar süre kayıptı” diye sordum. 

Yandan bir bakış atarak acınası olduğumu belli eden bir yüzle “iki gün” diye cevapladı. İki koca gün. “Kimin yaptığına dair bir şey var mı? Polis birilerini tutuklamış olmalı!” Cevap yoktu. 

“Kimse yok mu!” Yine mi! 

“Yüzünün yarısı yoktu!” diye bağırdım. “ve onu öldürenler ortada yok öyle mi!”

“Gidip biraz uyu, uyandıktan sonra tekrar İn’e dönmen gerek. Öylece çıkıp geldiğin için saygısızlık ettiğin düşünülmüş olmalı”

“Ne?”

“İn’e kafana estiği gibi davranamazsın. Bunu anlaman için illa ceza mı alman gerekiyor?” 

Yürümekten vazgeçip durdum. Birden bire tüm hayat enerjim çekilmişti. Bedenim buz kesmiş, var olduğuna inandığım güvendiğim iyi şeyler ortadan kaybolmuştu. Öylece kaldım orada. Kafamın içi davul gibi gözlerim ağlamaktan sızlarken Balıkçı yavaşça bana doğru döndü. Koyu gözbebekleri olup biteni tartarken “sen tekrar tekrar öleceksin Asya, arkadaşın ise sadece bir kez öldü o yüzden onun için sevinmelisin, onun geçtiği yoldan defalarca geçeceksin onun için değil kendine üzülmelisin” dedi ve gitti. 



Kaçak 1. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 2. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 3. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 4. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 5. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 6. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 7. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 8. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 9. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 10. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 11. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 12. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 13. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 14. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 15. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 16. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 17. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 18. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 19. Bölüm - Okumak için Tıkla

Kaçak 20. Bölüm - Okumak için Tıkla



Yorum Gönder

0 Yorumlar