5.Bölüm
Kayboluş
İnsanlar bir ip gibi sıraya girmişti. Bedenleri bir put gibi hareketsiz gözüksede yardım çığlıklarını duyabiliyordum. Kimisi bağırıyor kimisiyse nerede olduğunu soruyor yardım için yalvarıyordu. Hiçbirine cevap verilmedi.
Sonsuz büyüklükteki mağaranın en ucunda bir hareketlilik oldu. Sanki bir kibrit çakmıştı. Baştan aşağı siyah giyinmiş bedenler her birimizin önünde birden belirmişti. Sanki en başından beri onların geleceği şekilde sıraya sokulmuştuk. Bir tür domino taşı gibi tüm mağarayı dolduruşlarını bir tsunaminin gelişi gibi dehşetle izliyorduk. Yüzlerinin görmemizi engelleyen bir maske vardı. Korkuyla karışık adrenalin görüşümü bulanıklaştırdığı gibi ayaklarım beni havada tutmakta zorlanıyordu. Zaten beni burada zorla tutan tuhaf güç olmasa ayakta kalmam pek mümkün olmazdı. Siyahlar içerisindeki bedenler kollarını yere paralel bir biçimde havaya kaldırdı. Sanki kollarında duran bir kuşu uçurmak için hazırlanıyorlardı.
Kısacık bir saniye zaman yavaşladı. Kalp atışımın ve nefes alışımın durduğuna yemen edebilirim.
Oda neydi öyle?
Parmak uçlarından küçük bir karartı o minicik saniyede bir toz parçası gibiymiş ayrıldı. Tıpkı yuvasından fırlayan bir kurşun gibiydi. Göğsümü tam ortasından vurdu ve yavaşlayan zaman hızlanırken karşımdaki beden bir toz bulutu gibi dağılıp gitti.
Ne oldu? Küle mi döndüler? Öldüler mi?
Sorularımın hiçbiri cevabı duymak için değildi. İstediğim tek şey buradan bir an önce çıkmaktı. Bedenim hala kaskatıydı ama gözbebeklerim çoktan bir fal taşı gibi açılmıştı. Az önce birden kaybolan siyah bedenleri olduğu yerde hava yoğunlaştı. Ve yanağımın içini kuvvetle ısıracak kadar korkutucu bir çığlık eşliğinde bir kız bedeni yerde belirdi. Bulutların, dolu tanelerini kusmasına benziyordu. Yeri dövercesine boşlukları dolduran bedenleri birbirini takip etti. Kimileri hareketsiz uzanıyor, kimileri inildiyor kimileriyse vahşi bir hayvan gibi hırıldıyordu. O an fark ettim sıra sıra dizilen insanların bedenleri de eksiliyordu. Boşluklar sürekli oluşuyor ardından o boşlukların ardından harabeye dönmüş bedenler beliriyordu.
Sıranın bana gelmekte olduğunu görebiliyordum. Hiçbir şey yapamadan ayağımın altındaki zemin kaydı.
Dönmek istedim. Balıkçı’yı görmeli ve beni kurtarması için yalvarmalıydım. Ama yapamadım. Eller havaya kalktı. Ne olduğunu bilmediğim karartı bedenime doğru uçtu. Ben belgesellerdeki o zavallı tarla sıçanıydı. Karartı ise acımasızca avını öldüren bir kartaldı. Göğsümü nişan alan şey ruhuma kadar indi ve paramparça oldum.
Uçuşan bedenimi, karşımdaki maskeli yüzün sessizliğini ve insanların seslerini yanımda götürürken her şeyin burada son bulduğunu düşündüm. Çünkü birisi tüm ışıkları kapatmıştı.
Kapkaranlıktı.
Çeşitli diller, acılı çığlıklar, öfkeli küfürler, yardım için bağıranlar, kısık sesler, boğuk sesler, bedenimin etrafından geçip giden bedenler. Sadece sesleri duyabiliyor görme kabiliyetimi ise kaybediyordum. Sonsuza kadar devam edecek olan bir uğultu denizinin içindeydim. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama bir süre sonra bende, o yardım için çığlık atanlardan birine dönüşmüştüm.
Gözlerim karanlığa alışmış, kulaklarım ızdırap dolu sesleri normalleştirmişti. Dakikalar saatleri saatler ise günleri kovalıyor gibiydi. Zaman burada su gibi akıyordu. Ondan bol bir şey yok gibiydi.
Kan göletleri, ölü bedenler ve eşi benzeri olmayan acılar gördüm. Zaman bükülüp katman katman zihnimi ele geçiyor gibiydi. Cehenneme gidip onun bir parçası oldum. Kemiklerime kadar inen ateşler beni küle çevirene kadar yandım. Gözlerim göremez, bacaklarım yürüyemez, dilim konuşamaz hale geldi. Ama sonra acının üzerine bir parmak merhem sürdü bir el.
Nefes nefese can çekişen bedenimi cehennemin tuzlu ve kanlı sularından çıkarıp, tekrar karanlığın sakinliğine çekti. Bana dinlenmemi ve beklememi söyledi. Dediklerini harfiyen yerine getirdim. Sanki bir asır sürdü bekleyişim. Karanlığın bir parçası olup tenimin altına sinene kadar bekledim. Sonrasında çok küçük bir ışık parıltısı belirdi.
Bir kaç metre ötemde düz bir çizgiyi andırıyordu. Işığın etrafında dönen bir pervane gibi pür telaş ayaklandım ve çizgiyi takip etmeye başladım.
Kesinlikle kendim gibi hissetmiyordum. Omurgamı iki büklüm eden kesikler ve zedelenmiş eklemlerimle yürüyen bir ceset gibiydim. Işık yoğunlaştıkça yeniden duymaya başladım. Dünyanın merkezine yaklaşıyormuş gibi basınç artmaya başladı. Etrafımdaki karanlık korkunç şekiller almaya, üzerime atlamaya çalıştı. Korkuyla geriye sıçradım. Hiç bir işe yaramadı. Hepsi nefes almamı engelleyecek bir güçle üzerime çullandı. Sürekli konuşuyor bir şey söylüyorlardı.
Nefes nefese yere yığıldım. Ama şükürler olsun ki artık karanlıkta değildim. Taş bir zemin üzerinde, nereden geldiği belirsiz buğulu bir ışığın altında dizlerimin üzerine çökmüştüm. Göğsümü sıkı sıkıya kavramış, gözyaşlarından bulanıklaşmış gözlerimi yeri çınlatan ayak seslerine doğru çevirmiştim. Uzun ve bir pelerini andıran bembeyaz saçları olan bir kadın bana yaklaşıyordu.
Gözleri gözlerimle birleşti. Kendimi devin karşındaki minik bir karınca gibi hissettim. Attığı her adımda beni eziyordu. Etimi lime lime ediyor, kemiklerimi parçalarına ayırıyordu. Dipsiz lagünleri andıran gözlerini bir an olsun benden ayırmadan karşıma geçip, benimle yüz yüze kalacak kadar eğildi. Şimdi karşımda dursa bile kesinlikle ulaşamayacağım bir noktaydı. Vücudu dünya üzerindeki hiç bir teknolojinin sağlayamayacağı kadar kusursuz ve pürüzsüzdü. Tenime değse kanatacak kadar sivri gözüken kirpiklerini bir kez bile kırpmamıştı. Son derece narin bir sesle "Korkmuş olmalısın?" diyordu.
Korkmak?
Hayır hissettiğim bu duygunun tarifi mümkün değildi.
Başını yere şiddetle vuran bir kazazeden farklı sayılmazdım. Çevreme bakındım. Burası kokuyordu. Yangın yeri gibi... Yanan bir parça et gibi.
Dilim damağım kuruyup dişlerimi birbirine yapıştıran güçlü bir tutkala dönüştü. Yutkunamıyordum. Korku içinde karşımda dikilen şeye baktım. Kızarmaya başlayan yüzümü seyrederken elini bana doğru uzattı. Buz gibi soğuk parmakları izinsizce ensemi kavradı. Gökyüzünden yeryüzüne kadar inen bir elektrik hattı omurgamdan geçip gitti. Bir heykel gibi taş kesildim. Saçlarımın arasından, ensemin üzerine yerleşen uzun ve soğuk parmakları oraya asla iyileştiremeyeceğim ince bir çentik attı. Yırtılan deriyiyse anlamadığım bir çift kelimeyle mühürledi. Ne dediğini aklımda tutmak için çaba göstersem de hafızam daha o saniye silinip gitmişti.
Pelteye dönüşmüş bir halde yüzüstü yığıldım yere. Gözlerim açık tutamayacağım kadar ağırlaştığı an ışıkla olan bağlantım kesildi. Uyku tüm zihnimi izinsizce talan ederken hatırladığım son şey “Başladı” diyen boğuk bir kadın sesiydi.
Kaçak 1. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 2. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 3. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 4. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 5. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 6. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 7. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 8. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 9. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 10. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 11. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 12. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 13. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 14. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 15. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 16. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 17. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 18. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 19. Bölüm - Okumak için Tıkla
Kaçak 20. Bölüm - Okumak için Tıkla
0 Yorumlar